Çocukluk ve Köy
Dağın eteklerinde dolanarak köyümüze çıkarız. Haftada sadece iki kere köye çıkan o eski minibüsle.
Heyecanlı yolculuğumuzun asıl kısmı Uzungöl’ün o kalabalığından çıkıp ıssız dik duran dağa geçtiğimiz andan itibaren başlar. Dağın eteklerinde dolanarak, zaman zaman ağaçların içinden geçerek, çoğu kez de uçurumu seyrederek…
Bu dağların gölgede kalmış kısımlarında aylardan temmuz bile olsa, kar yığınları görürüz. Ağustos ayının o kavurucu sıcağında bile soba yakarız. Hatta hiçbir akşam yün yorganının o sıcaklığına sığınmadan uyuyamayız.
Biz yukarılara çıktıkça sis bizi takip dercesine peşimizden gelir, bazen bizi geçip önümüzü kapatır, o eski minibüsün yavaş gittiğini hatırlatır gibi. Çok fazla zaman geçmeden gökyüzünün bulutlara yer bırakmayan o tertemiz görüntüsünü, o maviliğini kaybederiz.
Ellerimiz soğukluğundan titrese de o buz gibi suyunu içmek için önce yaylaya uğrayıp sonra köye inmeyi tercih ederiz. Güzergahımız genellikle böyledir. Yaylalalara yaklaşyıkça karşılaştığımız güzel süprizler için de güzergahımızı değiştirmek istemeyiz; önümüze çıkan koyunlar, inekler, arkamızdan koşan çoban köpekleri… Ve bizi tanısa da tanımasa da tüm içtenliğiyle ‘’Hoş geldiniz!’’ der gibi selamını çakan çobanlar..
Yaylayı çevreleyen dağlardan birinin eteğinde kalmış o düzlükteki mezarlık… O soğuk su kadar içimizi ürpertir. Hayatımızdaki tüm bu güzelliklerin ne kadar farkında olduğunu sorgulatır; sadece görüp gitme, hisset, anla öyle git!
Dereyi izleyerek köye iniyoruz, yolculuğumuzun da sonuna geliyoruz. Herşeyiyle bir farkı bir inceliği olan köyümün sokak mantığıyla başkalarının sokak mantığı da bir değildir. Bizim için eve çıkan o yokuş, o patika yol da bizim sokağımızdır. Minibüsten iner inmez, kilometrece yoldan getirdiğimiz, yanımızdan ayırmadığımız oyuncaklarımızın, çarşıdan aldığımız yiyecek-içeceklerimizi umursamayarak dedemin sokağından yukarı koşarı. Hep o aynı heyecanla…